Yel Değirmenlerine Karşı, Don Kişot muyum?

Esra Birand
4 min readNov 22, 2023

Dünya edebiyatı denince muhtemelen bir çoğumuzun zihni çocukluk yıllarına gidiyordur. Bazılarımız edebiyatı sevdiren öğretmenlere denk gelmişken, bazılarımız için durum tam tersi olabiliyor. Ben şanslı çocuklardandım. İlkokul 4 ve 5. sınıf öğretmenim İbrahim Keskin, bize sadece okumayı sevdirmekle kalmamış, aynı zamanda okuduklarımız üzerinden eleştirel tartışmalar yapmamızı da sağlamıştı. Ben bu tarz bir yaklaşımın ne kadar değerli olduğunu ve her çocuğun bizim kadar şanslı olmadığını, yetişkinliğimde çok daha iyi anladım.

Yine ortaokul yıllarımda Mustafa Tehneldere isminde bir Türkçe öğretmenim olmuştu. O ise kitap okumayı bize çok daha stratejik bir yolla sevdirmişti. Bilirsiniz bazı insanların gözlem yeteneği ve ikna kabiliyeti çok güçlüdür. Kimisi bu yeteneğiyle etrafındakileri manipüle eder ve onları şahsi çıkarları doğrultusunda kullanır. Kimisi ise öğretmenlik, terapist, spor koçluğu ya da toplum konuşmacısı gibi mesleklerde etrafına değer katar. Bana kalırsa Mustafa öğretmenimiz, topluma değer katanlardandı.

Biz o sıralar 13–14 yaşlarındayız ve hepimizde ticari zeka tavan yapmış durumda. Herkes çok kurnaz ve az bir bedelle çok karşılık almak ortak hobimiz olmuş. Düşünün henüz daha bencillik yaşları ve bir taraftan dünya ile yüzleşme başlamış. Hiçbirimiz kötü niyetli değiliz ama herkes kendinden yana.

Bence Mustafa Hoca bu özelliğimizi bir yılbaşı çekilişi sırasında fark etti. Herkes öyle kurnazlık peşindeydi ki, muhtemelen hediye alıp verme sırasındaki üstü kapalı hesaplarımızı, uzaktan izleyerek çok eğlenmiştir.

O ay Türkçe öğretmenimiz elinde 9 çeşit kitapla geldi ve bunları masanın üzerine dizdi. Hatırladığım kadarıyla sınıf mevcudiyeti 20 kişi civarıydı. Her kitaptan da muhtemelen 3’er tane vardı. Her birimizin yalnızca bir tane kitap satın alacağını söyledi. Fakat dönem içinde kitabımızı diğer arkadaşımızla değiştirebilirdik. Böylece az para vererek, çok kitap okumuş olacaktık. Tabi bize bu ticari hesabı nasıl anlattıysa, o dönem hepimiz kitap okuma telaşına düştük. Teneffüslerde bahçeye çıktığınızda, etrafa yayılmış ve büyük bir ciddiyetle kitap okuyan çocuklar görebilirdiniz. Bildiğim kadarıyla da tüm öğrenciler bir şekilde değiş tokuş turunu tamamlayıp, 9 kitabın 9’unu da, her kuruşun hakkını verecek bir dikkatle okumuştu. Hiçbir zaman bu konuya dair sözlü ya da yazılı sınav olmadı. Fakat hepimiz onları çok iyi okumuştuk, hatta üzerine sohbetler etmiştik.

Ertesi yıl Mustafa hocayı okulumuzda göremeyince çok üzüldük. Fakat biz kitap okumaya devam etmiştik. Hem de artık parasını ödeyerek. Dünya ile yüzleşme yaşlarında bir çocuğu edebiyatın büyülü dünyasıyla tanıştırırsanız, artık onun kitap okumamak için bir nedeni kalmayacaktır diye düşünüyorum.

Şimdi ‘beni o kitaplar içerisinde en çok etkileyen hangisiydi?’ diye düşündüğümde, aklıma hemen Don Kişot geliyor. Bu kitaba dair sahibi belli olmayan ünlü bir söz var; “Okuduğunuzda gençseniz bu kitap bir macera romanıdır; orta yaşlarda okuduğunuzda bir komedidir; yaşlılıkta ise bir trajedidir”

Gerçekten de o günlerde Don Kişot’u sıcacık bir macera romanı olarak okumuştum. Fakat yine de yel değirmenleri ile mücadelesi, beni düşündürmedi değil. Daha sonra bu benzetmeyi fazla idealist insanlar için kullandıklarına tanık oldum. İnsanlar için yer değirmenleri ile savaşmak, oldukça onur kırıcıydı.

Peki sizce Don Kişot’un şövalyeliği soyunmasındaki esas neden neydi? Neden takıntı derecesinde şövalye romanları okuyup, yanılsamaları peşinden adalet ve erdem savaşına çıktı? Romandaki diğer karakterler için Don Kişot’un bu maceraya atılmasının nedeni delirmiş olmasıydı. Oysa aslında o, bu maceraya atılmasaydı delirecekti.

Aslında dikkat ederseniz, daha kitabın başında bize bazı tüyolar veriliyor. Esas adı Alonso Quijano olan bu orta yaşlı soylu adam, malikanesinde rutin bir yaşam sürmektedir. Anladığımız kadarıyla hayatı boyunca çok çalışmak ve mücadeleler vermek zorunda kalmamıştır. Ailesinden kalan mal varlığını ise çok da zahmete girmeden, sadece korumakla yetinmişti. Bilinçdışı elbette onu bu konfor alanından atmanın bir yolunu bulacaktı. Belki aşık olacaktı, belki iflas edecekti, belki birisi tarafından onuru kırılacaktı… Oysa Don Kişot’un malikanesinden dışarıya çıkması, tamamen bizzat kendi kaşınmasıyla oldu.

Belki hiçbir kadını kendisine yakıştıramayacak bu adam, yanılsama bir kadına aşık oldu. Yanılsama açlıklar yaşadı ve yanılsamaları yüzünden aşağılanıp dayak yedi. ‘Derdi neydi?’ diye soracak olursanız, herhangi bir insandan çok da farklı değil aslında. Don Kişot beninden çıkıp, kendini aramaya girişti. Tüm saçmalamaları da gayet tutarlı bir şekilde, bu arayışın eseriydi.

Modern edebiyatın ilk örneği sayılabilecek bu romanda, derinlik psikolojisinin önemli arketiplerini de görebiliyorsunuz. Dulcinea onun animası, yol boyunca uğraştığı ve hırpaladığı ama bir türlü bırakmadığı Sancho Panza gölgesi, yediği dayaklar ve uğradığı aşağılanmalar ruhun karanlık yolculuğu, esas kimliği olan Alonso Quijano’ya dönüşümü kendiliği, evine dönüşü iç dünyasıyla bütünleşmesi, ölümü ise yeniden doğuş — yani yeni bir farkındalık seviyesine sıçraması olarak görülebilir.

Son derece trajik ama bir taraftan da komik görünen bu hikaye, aslında hiç de sıradışı bir adamı anlatmaz. Bu hikaye son derece sıradan bir insanın yaşam hikayesidir. Sadece daha sembolleşmiş versiyonuyla.

Burada Don Kişot bize kendimizi anlatır. Biz ise bunu ancak belli bir yaştan sonra fark ederiz. Yel değirmenleriyle savaşın kazanılamayacağını, ancak illüzyonlarımız kırıldığında anlarız. Fakat o illüzyonların kırılması için de, yaşamımızda en az bir kez yel değirmenleriyle bu kavgaya tutuşmuş olmamız gerekir. Sanrılarımız yerine gerçek canavarlarımızla karşılaşma cesareti ise, sadece bu yanılsamaları kırarak edinebildiğimiz bir nitelik olmakta.

--

--